Beklediğimiz gibi geçmeyen tatil filmleri
Onur KIRVAŞOĞLU
Vicky Cristina Barcelona
Woody Allen filmleri, kimilerine göre birer başyapıt, kimilerine göre hoş seyirlikler ve bazıları için de kendini çok tekrar eden kopya filmler. İkili ilişkiler ve özellikle aşk konusunda söylediği söyleyeceği çok sözü olan Allen’ın filmleri, herkese keyif veren ve klişe tabirle herkesin kendi hayatındaki tecrübelerinden bir şeyler bulabileceği filmler. Hem de ilk cümlede belirttiğim bütün o ayrışmaya rağmen. Bir New York aşığı olan ve filmlerinde de bunu bolca hissettiğimiz Allen, son yıllarda belki hayatındaki tecrübelerin de etkisi ile Avrupa’yı filmlerinin eksenine koymaya başladı. Hatta bazı şehirlerin yönetimlerinden, kendi şehirlerinde film çekmesi halinde Allen’a ödenek verme teklifi bile gündemi epey meşgul etmişti. Zira Allen bir şehire duyduğu aşkı öylesine keskin perdeye aktarıyor ki, filmi izleyenler için milyonlarca dolarlık reklam kampanyasından daha etkili olabiliyor. İşte bu sürecin ilk meyvelerinden biri, 2008 yılında çektiği “Vicky Cristina Barcelona”.
Vicky ve Cristina yaz tatili için bavulları toplayıp Barselona’ya gider. Son derece heyecanlı ve merak içinde olan çift daha serüvenlerinin başlangıcında karizmatik ressam Juan Antonio ile tanışırlar. Kendilerine karşı olan beğenisini ifade edip, açıkça birlikte zaman geçirmek istediğini ifade eden Antonio ekseninde hiyake; aşk, sadakat, alınan kararların sorgulanması gibi meselelerin odağında ilerler. Antonio’nun eski karısının devreye girmesi ile de bol romantizm, biraz delilik ve kahkaha dolu anlar seyirciyi yakalamayı başarır.
Vicky; içine kapanık, nişanlısına sadık, evlilik kararı aldığı için hayatını düzene soktuğunu düşünen ve bunu son bir hamle olarak gören genç ve güzel bir kadındır. Biraz muhafazakar olarak da nitelendirebileceğimiz Vicky, eş adayının maddi durumunun iyi olması ile de her açıdan “mükemmel” olmaya çok yaklaştığını düşünür. Belki de asıl aradığı ve hayatta hiç yakalayamadığı şey biraz ihtirastır. Cristina ise, daha özgür ruhlu, macera yaşamayı seven, hiçbir şeyden çekinmeyen ve ne istediğini neredeyse sorgulamayan eğlenceli bir kadındır. Bu fark Antonio’nun teklifi karşısında da kendini gösterir. Vicky temkinli davranırken, Cristina hemen kendini kaptırır ve baskı kurarak kabul edilmesini sağlar. Daha sonra bu üçlü arasında bir aşk macerası başlar. Vicky aradığı tutkuyu bulduğunu düşünür ve hayattan beklentilerini sorgular. Acaba iyi öğrenim görmüş ve maddi durumu iyi bir eş yeterli midir? Yoksa hayatta yapılması gereken çok şey mi vardır? Bu sorgulamalarının yanı sıra, Antonio’ya âşık olmaya başladığını düşününce nişanlısına olan duyguları da zedelenir. Seyirciyi de burada sorgulamaya iter Allen. Aldatmak, aşk, sevgi, bunların yeterlilik seviyeleri ve hayata dair bütün kararlar… Cristina ise, normalde daha spontan yaşayan bir karakter olmasına rağmen Antonio’yu kıskanmaya, daha normalleşmeye başlar. İkisi için de her şey terz yüz olmuş durumdadır. Hayatın içinde de alınan kararlar, keskin olduğumuz prensipler ve planlar bazen bir kişi için değişebiliyor ve Allen bunu adeta yüzümüze çarpıyor. Antonio’nun eski karısı Maria devreye girdiğinde karizmatik, umursamaz Antonio’nun da bazı hengameler içinde boğuştuğunu görüyoruz. Burada, elde edilince bazı şeylerin büyüsünün bozulması devreye giriyor ve daha bir normalleşiyor. Her karakter acı çekiyor, hepsi mutlu olmak istiyor, bütün kararlar değiştirilmek isteniyor ama (birçoğumuzda da olduğu gibi) bu mümkün olmuyor. Hayatın bazı dinamikleri, elimizi kolumuzu bağlamış durumda ve gerçekleşirebilecek çok seçeneğimiz yok.
Filmde oyuncu performansları gayet başarılı. Johansson harika, Hall etkileyici, Bardem muhteşem ve bu rolüyle Oscar alan Cruz inanılmaz ama esas başrol Barselona’nın. Kültürü, restaurantları, yemekleri -içkileri, yapısı bozulmamış mimarîsi, sokakları, insanları, tarihi yani her şeyiyle Barselona. Tatil için de ideal bir profil olduğunu daha iyi anlamamız mümkün. İmkanı olanların filmi izledikten sonra gidip görmemeleri neredeyse zor. Geriye kalanlarında hayaller listesinde ilk sıralarda yer alması kaçınılmaz. Daha Vicky ve Cristina bavullarla Barselona sokaklarında gezmeye başladığında ve Allen’ın muhteşem seçimi ile kotardığı müzikleri duyduğunuzda içiniz kıpır kıpır oluyor ve adeta şehri yaşıyorsunuz. Allen, bizi de adeta Barselona’ya götürüyor ve ufak bir tatil yapmamızı sağlıyor. Henüz izlemeyenler hazırlıklı olsunlar, şimdiden iyi seyirler ve iyi yolculuklar.
Enes HADZİBEGOVİC
Wet hot American summer
2001 yapımı Wet Hot American Summer, yaz kampında geçen bir komedi filmi. İçinde her yaştan gencin ve her çeşit insanın bulunduğu kampta yaşananları konu edinen bu filmi sayısız türdeşinden ayrı tutmamız gerek. Akla ilk gelen “klasik Amerikan gençlik filmi” algısını tamamen tersyüz etmese de kendine has olmayı başararak hafızalarda kalıcı bir yer ediniyor. Her türden komik karakter, yaz aşkları, platonik aşklar ve absürd espriler gibi bir çok halkayı iç içe geçirip ortamı tüm genişliğiyle yansıtıyor. (Paul Rudd’un gençliğini görmek tebessüm ettirici) Kamptaki gençlerin eğlenceleri, çekişmeleri ve başlarındaki eğitmenlerle ilişkileri keyifli bir seyir vaadediyor. Filmi, sevenlerinin nezdinde kült bir komedi yapan en önemli unsurlar, içinde barındırdığı doğallık ve kendine özgü her çeşit ilgi çekici karakteri. Biliyoruz ki yaz tatili bir çoğunuz için her şeyden uzaklaşıp eğlenceli ve huzurlu vakit geçirmek anlamına geliyor. Wet Hot American Summer da size bu konuda yardımcı olacaktır.
Les vacances de monsieur hulot
Usta komedyen Jacques Tati’nin kendi yönettiği ikinci uzun metraj filmi olan Les Vacances de Monsieur Hulot(Mr. Hulot’un Tatili, 1953) aynı zamanda daha sonra Mon Oncle, Playtime gibi başyapıtlarda izleyeceğimiz Monsieur Hulot tiplemesinin ortaya çıktığı ilk film olma özelliğini de taşır. Yazan, yöneten, oynayan Jacques Tati’nin bir sinema dahisi olduğunun ilk emarelerine rastladığımız film adı üstünde Monsieur Hulot adlı kişinin tatiline odaklanıyor. Pansiyon ve plajın ana mekanlar olarak kullanıldığı filmde Monsieur Hulot’un (Jacques Tati) etrafındaki insanlara istemeden verdiği rahatsızlığı ve bunun sonucunda ortaya çıkan komik durumları izleriz. Etrafına yabancı görünen ve diğer insanlar arasında sıradışı hareketleri ve şaşkın tavrıyla dikkat çeken Monsieur Hulot’un bu hali sakarlıklar yaparak çevresindekilerin huzurunu bozmasına yol açar. 1953 yapımı Les Vacances de Monsieur Hulot bize sinemayı neden bu kadar çok sevdiğimizi bir kez daha hatırlatan bir yapıt. Tati’yi ilk defa izleyecek olanlar için de dahi komedyenle tanışmak için güzel bir fırsat.
HALİL İBRAHİM SAĞLAM
Spring Breakers (2012)
Bahar Tatili’nin afişine ve fragmanına baktığınızda sıcak yaz günlerini serinletecek, tatilin tadına doyuracak, parti sahneleriyle keyif verecek, hayatın tekdüzeliğini terk edip eğlencenin doruklarına ulaştıracak bir film hayal etmeniz son derece normal. Muhtemelen “Çılgın Dersane” filmleri gibi sanatsal anlayışla uzaktan yakından alakası olmayan, özellikle ergen yaştaki kitleye hitap eden,iki saat vakit geçirip izledikten sonra unutulacak bir film olduğunu düşünüyorsunuz. O da normal fakat yanıldığınıza emin olun, çünkü Harmony Korine’yi henüz tanımıyorsunuz!
Amerikan bağımsız sinemasının en arıza isimlerinden biri olan “auteur” yönetmen Harmony Korine, 1997’de “Gummo”ile başladığı yönetmenlik kariyerinde Amerikan toplumunun işlevsizliğini, görülmesi istenmeyen taraflarını genellikle sorunlu ergen bireyler üzerinden gözler önüne serdi. Kendine has sinematografi anlayışıyla harika müzik seçimlerini birleştirerek filmlerinde video klip estetiği tadında plastik bir tat bırakmayı başardı. Şiddet, eşcinsellik, uyuşturucu, homofobi, pedofili, ensest, taciz, satanizm, zihinsel/fiziksel engellilik, ırkçılık gibi “yasak” konulara getirdiği şok edici yaklaşımlarla Gaspar Noe gibi cesur yönetmenlerin arasına adını yazdırdı.
Bahar Tatili, afişinde göründüğü gibi film boyunca bikiniyle dolaşan karakterleri üzerinden popüler kültür ikonlarını rol model alma çılgınlığı yaşayanZ jenerasyonuna ve kısmen Y jenerasyonuna eleştiri oklarını yöneltiyor. Kendi kişiliğini ve mutluluğunu sınırsız tüketim, eğlence ve cinsel özgürlük yoluyla oluşturabileceği fikri bilinçaltına empoze edilen karakterleriniSelena Gomez, Vanessa Hudgens ve Ashley Benson gibi bu jenerasyona ait olan şarkıcı / oyuncu ünlülere oynattırarak hedefini on ikiden vuruyor. Normalde “Mister Lonely” (2007) haricinde filmlerinde amatör oyuncuları oynatan, güzellikle ya da karizmayla ilgilenmeyen Korine, burada yarı çıplak dolaşan kadın karakterler üzerinden gençlerin güzellik algısıyla, James Franco’nun bol küfür eden, “hippie” görünümlü uyuşturucu satıcısı karakteri üzerinden ise karizma algısıyla dalga geçiyor.
Korine, hiçbir zaman sinemada geleneksel anlatının temsilcisi olmadı. Ele aldığı konuları yapıbozumuna uğratarak kendi “auteur” yaklaşımını devreye soktu ve sanrısal, hipnotize edici, gerçeküstücü bir yorum getirdi. Bahar Tatili’nde de basit bir “tatil filmi” şablonunu elektronik müziklerle, görsel doygunluğa ulaştıracak canlı renk skalasıyla, yavaş çekim tekniğiyle, göğüs ve kalçalara kesilen bol yakın planlarla video klip estetiğinde karnavalesk bir şölene dönüştürerek biçimci tavrını ortaya koyuyor. Belirli bir olay örgüsünü hedef almamasına rağmen bireyin nesneye dönüşmesini yarı çıplak bedenlerle, tüketim çılgınlığını kurgusal cambazlıklarla, çalarak zengin olma hayallerini gangster filmlerine özenip suç çetesi oluşturan kadınlarla anlatan bir anti-gençlik filmine imza atıyor.
Filmde yoğun bir şekilde yer alan imgelerin özellikle silah, içki şişesi, para gibi simgeler vasıtasıyla erkek cinsel organıyla ilişkilendirilmesi göze çarpıyor, zira özgür bir şekilde başlarına hiçbir şey gelmeden sokaklarda yarı çıplak dolaşan kadın karakterleri ekseninde ataerkil düzene eleştiri oklarını yönelten bir film var karşımızda. Korine, erkeğin kadın üzerindeki iktidar temsilini tam tersine çevirerek silahlarla erkeği esir alan, yönlendiren, hatta taciz eden kadınlar portresine imza atıyor. Kadınlar beklenildiği üzere bu suç ve uyuşturucu batağından büyük zararlarla çıkmıyor, esir alınmıyor, tecavüze uğramıyor ya da bir fahişeye dönüşmüyor.Aralarındaki grup-arkadaşlık algısı içerisinde durumlarını fazla tutucu bir tavırla değerlendirip tatili yarıda bırakarak eve dönenler de oluyor, homoerotik bir yaklaşımla birbirlerine aşırı bağlananlar da…
Korine’nin film boyunca takındığı gerçeküstücü tavır özellikle finaldeki çatışma sahnesinde adeta tavan yapıyor. Bu da gerçeküstücü yapısına kontrast olarak günümüz Amerikan gençliğine ve türevlerine dair gerçekçi ve sert bir eleştiriyi Korine’nin biçime son derece önem veren ayrıksı yönetmenliğinden izlememize olanak sağlıyor. Klasik tatil filmlerinden sıkıldıysanız, eğlencede bile sanatsal bir bakış açısı olmalı diyorsanız ve gayet sıradan, popülist bir temanın vizyon sahibi bir yönetmenin ellerinde nasıl estetik bir hazza dönüşeceğini merak ediyorsanız Bahar Tatili yazın kaçırmamanız gereken filmlerden.
Lo Impossible :İnsanlar eşittir ama bazıları daha eşittir!
Güzin TEKEŞ
26 Aralık 2004… Endonezya’da saniyeler içinde yüksekliği 30 metreye ulaşan dalgaların meydana getirdiği korkunç bir tsunami felaketi yaşandı... Tsunami çok kısa sürede 14 ülkeyi cehenneme çevirdi, 230 bin insan ölürken yüz binlerce kişi de evsiz kaldı...
İspanyol yönetmen J.A. Bayona’nın ikinci uzun metraj filmi olan Lo Impossible (Kıyamet Günü), bu felaketin yaşandığı sırada bölgede tatil yapmakta olan beş kişilik İngiliz bir ailenin imkansıza yakın kurtuluş öyküsünü konu alıyor. Aslına bakarsanız film İspanyol bir ailenin başından geçen gerçek bir olaya dayanıyor. Ancak böyle bir trajedinin İspanyolların başına gelmesi yapımcıya yeterince çarpıcı gelmemiş olacak ki radyoda diledikleri mucizevi kurtuluş hikâyesini alıp İngiliz bir aileye uyarlamışlar. “Hiçbir şey insan ruhundan daha güçlü değildir” sloganından yola çıkan film, tsunami sırasında birbirinden ayrı düşen aile fertlerinin hem hayatta kalma hem de tanımadıkları bir ülkenin topraklarında birbirlerini bulma mücadelelerine odaklanıyor.
Ailenin annesi Naomi Watts ve büyük oğlu Tom Holland -ki film boyunca performansı yılların oyunculara taş çıkarıyor- tsunami sırasında baba Ewan McGregor ve diğer iki oğuldan ayrı düşüyor. Zaten bu andan itibaren filmin sonuna kadar hikâyeyi iki ayrı koldan takip ediyoruz. Watts ve Holland’ın azgın sular arasında ölümle yaşam arasında gidip geldiği anlar teknik olarak kusursuz. Yönetmen Bayona, elindeki imkanları en iyi şekilde kullanarak bizi adeta çamurlu suların arasına fırlatıveriyor. Önüne çıkan her şeyi yıkıp geçen sular arasında geçen bu çarpıcı sahneler filmin geri kalanıyla kıyaslandığında oldukça başarılı. Özellikle Tom Holland’ın canlandırdığı Lucas karakterinin, tatilin başlarındaki uyumsuzluktan ailesine yeniden bağlanmaya kadar geçirdiği dönüşüm, felaket atlatan bir ailenin psiko-sosyal durumunu göstermesi açısından da oldukça etkileyici.
Ne yazık ki filmin geri kalanı için olumlu şeyler söylemek adeta “lo impossible”. Baba ve iki oğulun, ucuz atlattıkları felaket sonrası diğer aile bireylerini bulma çabaları filmin temposunu oldukça düşürse de filmin asıl kan kaybettiği konu bu değil. Film, sloganındakinin aksine gücünü “insan ruhu”ndan değil “Avrupalı insan ruhu”ndan alıyor. Lo Impossible, 2004’te Hint Okyanusu’nda gerçekleşen depremin ardından oluşan ve 200 binin üstünde insanın ölümüne sebep olan tsunami felaketini bir turist aile üzerinden anlatmayı tercih ediyor. Yani gerçek olayları anlatma iddiasında olan bir filmin önündeki en büyük tuzağa düşerek, olayları sanki tsunami yalnızca bölgeye gelen zengin turistleri vurmuş, bölgenin yerli halkı ise sadece onlara yardım ve hizmet etmek için varmış gibi yansıtıyor.
Tek bir ailenin trajedisine odaklanan ve seyirciye gözyaşı döktürme hedefine dört nala koşarak ilerleyen filmin ırkçı bir duruş sergilediğini söylemek belki fazla olacaktır ama “beyaz Avrupalı”ya ve bölge halkına eşit mesafede durmadığı da aşikar. Sonuçta biliyoruz ki binlerce cesetin, salgın hastalık riskinin, ağzına kadar dolmuş hastanelerin arasında bir Avrupalının tek yapması gereken hayatta kalmak! Çünkü nasıl olsa güçlü sağlık sigortası eninde sonunda onu bu cehennemden çıkarıp güvenli ülkesine kavuşturacak. Filmdeki bu ayrımcı tutumu pek çok sahneden okumak mümkün. Örneğin Lucas hastanede annesinin tedavisi için beklerken yakınlarını arayan diğer insanlara yardım etmeye çabalıyor. Ancak bunu yaparken bile nedense hep Avrupalıları tercih ediyor. İyi niyetli bir bakış açısıyla, bunun nedenini yerli halkın dilini bilmiyor oluşuna bağlamaya niyetlensek bile daha aklımızdakini dile getiremeden film bu ihtimali çürütüyor. Lucas yine dilini anlamadığı fakat Avrupalı olan Almanlara yardım etmek için çırpınıp duruyor.
Filmin, hikâyesini Avrupalı bir aile üzerinden anlatmayı seçmesinde elbette hiçbir sorun yok ancak yerli halkın trajedisine böylesine kayıtsız kalan film, ister istemez anlattığı felaketin boyutlarının da küçümsenmesine yol açıyor. Tek bir ailenin mutluluğunun ön plana çıkartıldığı final sahnesi ise belki de sinema tarihinin en ahlaksız sahnelerinden biri. Zira zengin Avrupalı aile özel uçakla bu cehennemden kurtarılırken, çaresiz yerli halkın bataklığın içine terk edilişi gözyaşları içindeki sinema izleyicisine adeta mutlu son olarak empoze ediliyor.
Ozancan DEMİRIŞIK
Yaz tatilinde büyüyenler
2013 yılı ‘coming-of-age’ yani büyüme/yetişkinliğe geçiş filmleri bakımından hayli zengin bir yıldı. Jeff Nichols’ın “Mud” ve James Ponsoldt’un “The Spectacular Now” gibi filmlerinin yanı sıra Cannes’ın o seneki gözdesi “Blue is the Warmest Color” bile aslında gayet alenî bir büyüme öyküsü anlatıyordu. Bu filmler, özellikle “Mud” ve “Blue...” etraflıca analiz edildi, tartışıldı. Benim bu dosyada ele alacağım iki film ise, büyüme öyküsünü yaz tatili atmosferi içine yerleştirerek bir taşla iki kuş vuran “The Way Way Back” ve “The Kings of Summer” olacak.
THE WAY WAY BACK: BİR YUVA OLARAK SU PARKI
“The Descendants (Senden Bana Kalan)” filminin senaryosuyla Akademi ödülüne layık görülen oyuncu-senarist ikili Jim Rash (kendisini Community dizisinin Dekan Pelton’ı olarak tanıyor olabilirsiniz) ve Nat Faxon’ın (şu sıralar Married dizisinin başrol oyuncularından) hem yazıp hem yönettiği ilk uzun metrajlı sinema filmi olan “The Way Way Back”, sımsıcak bir büyüme öyküsü anlatan şenlikli bir tatil filmi. Ülkemizde maalesef vizyon şansı bulamayan filmin DVD’sini yurt dışından temin etmeniz mümkün.
Boşanmış annesiyle (Tony Collette) onun yeni sevgilisi Trent’in (Steve Carrell) yazlık evine tatil yapmak üzere giden başkarakterimiz Duncan (Liam Jones), ortamdan ve Trent’in kaprislerinden bunalıp gündüzlerini bisikletiyle gezinerek geçirmeye başlayınca çeşitli tesadüfler sonucu kendini Water Wizz adında bir su parkında çalışırken bulur. Sam Rockwell’in büyük bir başarıyla canlandırdığı uçarı Owen’ın da katkısıyla, kendini uzun zamandır hiçbir yere ait hissedemeyen Duncan sonunda bir yuvaya kavuşmuş olur. Yaz tatilini annesi ve huysuz sevgilisinin gözetimi altında oradan oraya gönülsüzce savrularak geçireceğini zanneden Duncan’a böylece bambaşka bir dünyanın kapıları açılmış olur. Hoşlanmaktan kendini alamadığı komşu kızı Susanna (AnnaSophia Robb) da bu dünyaya dahildir.
“The Way Way Back” çok da yenilikçi, risk üzerine risk alan bir film sayılmaz, fakat Rash ve Faxon ne yaptıklarının gayet farkındalar; belli ki sevdikleri coming-of-age geleneğine kendi imzalarını atmak istemişler ve mütevazı ama ayakları da gayet yere basan bir sonuç çıkmış ortaya. Dürüstlüğünden ve samimiyetinden güç alan, iç ısıtan filmlerden “The Way Way Back”; ya sıcaklardan kendinizi kaybettiğiniz ya da aniden kopan bir fırtınayla neye uğradığınızı şaşırdığınız şu yaz mevsiminde tercihen limonata veya kahve eşliğinde izleyip mutlu olabileceğiniz bir film.
Filmin oyunculuk yönünden de hiçbir eksiği yok. Yan rollerdeki Allison Janney ve Rob Corddry bile kısıtlı ekran sürelerine karşın parlamayı başarıyorlar. Başkarakter Duncan’a hayat veren Liam James bilindik ama usturuplu bir ‘çekingen delikanlı’ performansı sergilerken, Steve Carrell onu pek görmeye alışık olmadığımız ‘aşağılık herif’ rolündeki maharetiyle bizi şaşırtıyor. Sam Rockwell ise her zamanki gibi, zaten ilginç olmaya müsait bir rolü güzelce köpürtüyor.
“The Way Way Back” büyüme öykülerinin insanı her zaman etkileyen, buruk bir tebessümle maziyi hatırlatan cazibesine hayır diyemeyenlerin filmi. İnsanın ayaklarını yerden kesen bir sinema deneyimi sunmuyor belki, ama hayatın cilve ve debdebelerine henüz kendini bulamamış bir gencin gözünden bakmak isteyenler için ideal.
THE KİNGS OF SUMMER: TABİATA SIĞINAN ERGENLER
“The Kings of Summer”, önceleri çeşitli televizyon dizilerinde çalışmış ve kısa filmler çekmiş olan Jordan Vogt-Roberts’ın ilk uzun metraj denemesi. Bu kez büyüme temasının yanına bir de ‘doğaya dönüş’ ekleniyor. Bekâr babasının hayatını kendi tercihlerine göre idare etme teşebbüslerinden bunalan baş ergenimiz Joe (Nick Robinson), aynı dertlerden muzdarip arkadaşı Patrick (Gabriel Basso) ve yanlarına takılan tuhaf çocuk Biaggio’yla (Moises Arias) beraber evden kaçıp ormana yerleşmeye karar verir. Planı çabucak uygulamaya koyarak ormanda bir kulübe inşa eder ve orada yaşamaya başlarlar. Aileler seferber olup üç delikanlıyı aramaya başlasa da çabaları sonuç vermez. Fakat tesadüfen onları bulan arkadaşlarının etkisiyle işler çok geçmeden karışır.
“The Kings of Summer” odağını daha en başından tabiata çevirerek kendini muadillerinden bir nebze ayırıyor. Coming-of-age filmlerinde görmeye alışık olduğumuz sosyal ortamların yerini bu filmde olanca heybetiyle orman alıyor. Doğa ve kültür arasında ezelden beri var olan dikotomi üzerinden de okunabilecek bir film “The Kings of Summer”. Joe ve arkadaşları doğaya, tüm sorunlarına çare üretebilecek bir tür ilahi ortam gözüyle bakıyorlar. Ne var ki doğa kendiliğinden var olan, kendi kuralları ve kimi zaman kuralsızlığıyla işleyen, hiçbir zorunluluk kabul etmeyen bir ‘güç’. Filmin odağındaki üç genç bir yandan istemsizce tabiatla ‘çatışırken’ bir yandan da üç kişilik yeni dünyalarını bir anda alt üst eden davetsiz misafirlerle uğraşıyorlar.
Sözgelimi, Joe’nun gönlünü kaptırdığı Kelly’nin (Erin Moriarty) onu görmezden gelip Gabrielle’le beraber olması, Joe için hayallerinin tuzla buz olduğu, çocuksu ‘kaçış planının’ aslında hiçbir işe yaramadığını anladığı ânı simgeliyor. Büyüme öykülerinde kişinin ergenlikten yetişkinliğe geçişini ifade eden ‘rite of passage’ yani geçiş ayini aslında filmin bu noktasında gerçekleşiyor. Biaggio’nun bir yılan tarafından ısırıldığı sahneyse tabiatın pek de dikensiz bir gül olmadığını ortaya koyuyor. Joe’nun babası Frank rolündeki Nick Offerman’a da ayrıca bir parantez açalım. Kendisi nüanslı performansıyla, bu tür filmlerden alışık olduğumuz baskıcı baba-baskılanmış ergen ilişkisinin ziyan olmasını önlüyor.
‘Bir yaz tatili nelere kadir’ dedirten “The Kings of Summer” da maalesef ülkemizde vizyona girmedi, fakat filmi bir yerlerden edinebilirseniz yaz bitmeden izlemenizi şiddetle öneririm.
Evrensel'i Takip Et